Toplumsal

KARAHİNDİBA

Toplumsal

 

Karahindiba

   

   Zamanında insanoğlu Dünya bir ve yeşil iken, kaldığı taşı toprağı çitlerle çevirmeye başlamış. Çitleri olabildiğince geniş almışta almışlar. Sonra, insanoğlunun o meşhur kibriyle ‘Burası benim toprağımdır.’ demiş. Velhasıl böyle sürmüş, hırslar büyümüş. Sanki ölümsüzmüşüz gibi. Sanki çektiğimiz tel örgüler,inşa ettiğimiz evler bir afetle yitip gitmeyecekmiş gibi. 

   İnsanoğlu evrilmiş. Duygularından bir gururla, kibir kalmış. Diğer duyguları gösterdiğinde insanlar, güçlü olmaktan aforoz edilmişler. Anlayacağınız, güçlü olmak bir avuç insana kalmış. Gittikçe de daha refah bir hayat sürmeye başlamış bu insanlar. Lakin diğer duyguları öldürdüklerinden, içlerinde doldurulamayan bir boşluk kalmış. O boşluğu doldurmak içini, ellerinde meşaleleriyle sınır çizip,çit çekmeye devam etmişler. O kadar ki; çevresini görmez olmuşlar. Çizdiği sınırı, inşa ettiği binayı, tahrip ettiği doğayı… Para kibirlerini beslemiş, kibir de açgözlülüğü sarıp sarmalamış. Açgözlülük, cimriliğin cebine para sıkıştırınca, geriye kalitesiz malzemeler ve eksik yapılar çıkmaya başlamış.

    Bir gecenin tam ortasında yer sallanmış,sokak köpeklerinin sesi gökyüzünü kaplamış. İnşa edilen yapılar birer birer yıkılmış. O sözde güçlü insanların meşaleleri yağmurdan ıslanmış ve sönmüş.Geriye bir canları kalmış ama enkazın altında. Günlerce beklemişler, kurban ettikleri diğer insanlarla toz ve beton yığının altında.Terin, gözyaşının su diye içildiği anların içinde beklemişler. Güçleri,kibirleri gittikçe azalmış tabi sesleri de. Dışarıdakiler enkazdan ses gelmiyor diye durdurmuşlar aramayı. İşte o zaman, canları da  yitip gitmiş. Onca insan, bir avuç kibir yüzünden yitip gitmiş yeryüzünden. Sanki bi karahindiba gibi. Püfffff. Ve sonra yok.

    Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Ay’ın Güneş’e olan aşkı hiç bitmemiş.Kaybedilenlerin acısı da… Onca şeye rağmen bu olaylar tekrar etmeye başlamış. İnsanlar korkuya kapılmış. Aynı şeyler yaşanmasın istemişler ama yine afetler olmuş. Hem de ne afet soğuğun, yağmurun içinde ard arda iki tane. Yine gökyüzünü pişmanlık bulutları kaplamış… “Keşke öyle davranmasaydım! Özlediğimi söyleseydim! Eğer oraya taşınmasaydı! O gece uyumasaydı! Çorabını giymiş miydi? Çok üşümüş müydü? Çok korkmuş muydu? Keşke bende onlarla ölseydim…” Hepsi o kadar karanlık ve ağır bulutlardı ki; toprağın,suyun rengi değişmiş, geride kalanların şekli bozulmuştu. Donuk gözler,ifadesiz  yüzler hemen altında kamburlaşan sırtlar… İçimdeki kat kat kasvetten kestiremiyorum. Hala üşüyorlar mı?

 

 “Sevilen birinin ölümünden ya da yurdun,ulusun uğradığı felaketten duyulan derin acı.”

 

   Yas sözcüğünün tanımını internete ilk yazdığımda çıkan buydu. “Derin Acı”. Derin acılar ve uzun,ağır dönemleri içinde barındıran bu üç harfli sözcük, belkide bu kadar kısa olmalıydı. Çünkü zaten fazla bir şey söylenemiyor bu çaresizlik dönemlerinde. 

Aynı yukarıda olduğu gibi, hepsinin bir gün uyanacağımız  masalsı bir rüya olduğuyla kendimi avutuyorum. Ya siz Sevgili Okur?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu